Ünlü bir düşünür ölümden şöyle yakınıyor:

-     Acaba hangi kitapları okuyamadan sona erecek bu hayat?.. Henüz varamadığım hangi gerçeklerin sorumluluğunu yüklenmeden çalacak düdük?..

İlginç değil mi?

Ünlü düşünürün ölümden yakınma biçimi, onun hayatı nasıl karşıladığını gösteren en önemli belirti.

Yaşamın anlamı, her düşünen insanı meşgul etmiş zorlu bir soru.

Hayat, katlanılması gereken bir “şey” midir?

Yoksa, onun anlamı üzerine bir çizik atıp, hoşça vakit geçirilecek tek düze bir meşgale midir?

Hayatı hormonlarınızın uzantısında yaşayabilirsiniz.

O’nu, güdülerinizin ekseninde sıradan bir biçimde karşılayabilirsiniz.

Gecelerinizi televizyon dizilerinin sığlığında geçirebilir, gündüzlerinizi ise, o dizilerin sıradan öykülerinin sıradanlığına yaslanarak geçirebilirsiniz.

Dünya görüşünüzün yapılanmasını magazin medyasının güdümüne terk edebilir ya da kimliğinizi inandığınız dinin esasları ile tanzim edebilirsiniz.

Siyasi düşüncelerinizi, içinde her nasılsa bulunduğunuz bir sosyal grubun eşgüdümünde belirleyebilir, sonra belirlenen bu noktayı kişiliğinize bir damga olarak vurabilirsiniz…

Çünkü [yani, sanki!] “özgür”sünüz…

Ama işte o zaman da, yukarıda sözünü aktardığımız düşünürümüzün düşüncesini, kaygılarını ve yaşam felsefesini bir türlü kavrayamazsın.

Belki de bu sözleri [sadece] vitrine konmuş süslü bir söz gibi algılar; ama hiçbir zaman yaşamınızın pratiğine yansıtmaya kalkışmazsınız.

Kültürünüze taşımaya yanaşmazsınız.

O son düdüğün, aniden ve ansızın çalmasının acısını duyuyor düşünürümüz.

Ama bu acının niteliği, yaşamın sona ermesi nedeniyle duyulan ızdıraptan oldukça farkılı.

Endişe ve üzüntü, yaşam boyu ulaşılamamış olan “gerçekler” nedeniyledir.

Bu gerçeklerin sorumluluğunu yüklenememiş olmanın acısıdır…

Ve zaman yetmediği için, zaman yeteri ölçüde doğru kullanılamadığı için, ardında henüz okunamamış kitaplar bırakmanın acısıdır.

Bir kenti göremeden, değişik lezzetleri tadamadan gitmenin acısı değildir bu.

Yeteri ölçüde tatmin edilememiş olan cinsel dürtülerle yüklü bir özlemle musalla taşına sere serpe uzanmanınn pişmanlığı değildir bu.

Tırmanılamayan koltukların, üzerinde yeteri kadar saltanat edilememiş olan makam ve mevkilerin, ele geçirilememiş fırsatların üzüntüsü, doymamışlığı değildir bu…

Küpünü ağzına kadar dolduramamış olmanın hırsı, doyumsuzluğu ve açgözlülüğünden arta kalan bir sızı değildir bu…

Kültür açlığıdır.

Gerçeğe duyulan aşktır.

Kültürel olarak yükselmeye, ruhen derinleşmeye, kişisel olarak olgunlaşmaya duyulan katışıksız özlem ve gerilimli bir tutkudur.

İşte bu açlığı konuşmalıyız hep beraber, bu aşkı betimlemeliyiz, bu katışıksız özlemi ve o gerilimli tutkuyu anlatmalıyız birbirimize, çocuklarımıza ve herkese…

Herkese!..

Hatta “onlar”a bile…

www.soruyusormak.com