BU HASRET… HEPİMİZİN

Bir vakitler [bilseniz, o vakitler ne kadar da güzeldi] “devrimcilik” adı verilen bir yaşantı biçimi vardı.

Ülkenin sorunları ve geleceği zihinlerdeki görkemli köşkünde keyifle otururdu.

Kişisellik, bencillikti.

Bencillik yani “ben”i en öne koymak, kitlelerden kopmak anlamına geliyordu. Bir nevi ihanetti. Bir den çok, ziyadesiyle [ve kesinlikle!] alçaklıktı.

Bu türden değer yargılarının koordinatları arasında yaşıyordu genç insanlar.

Ve bu değerler bulaşıcıydı. Şiddetle bulaşıcı…

Ülkenin tepesine konuşlanmış “birileri” aciz içinde kıvranıyor; didiniyor/uğraşıyor ama bir türlü bu paldır kültür gidişe karşı ciddi önlemler alamıyorlardı.

Yayılan bu virüsten korunmak için aşı üretemiyorlardı.

Bulsalar da aşı olacak insan bulamıyorlardı.

Yani sahici insan, hakiki bireyler… Onlara kanmıyordu.

Böylece gittikçe artan bir çaresizlik içinde kıvranıyorlardı.

Hop oturup, hop kalkıyorlardı.

İnsanlar genç ve diri düşüncelerin, ideallerin, “şiar”ların peşinden koşuyorlardı; koşturup duruyorlardı.

Ben yoktu; biz vardı…

Gençlerden, tüm topluma gençlik bulaşıyordu.

Yetmişini sıyırmış köhne zihinler bu rüzgârın cereyanında kalıyor, meydanlara doğru sürükleniyor ve orada bir kenarda [kendiliğinden] delikanlılaşıyorlardı…

Durum o birileri için oldukça vahimdi…

Ama…

Aslında gerçek amacın, biz olmaktan yola çıkarak gerçek bireyler olabilmenin nesnel-maddi koşullarını yaratmak olduğu düşüncesi henüz zihinlere ulaşmamıştı.

“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine” dizesinin sihri [henüz ve hala] bir türlü çözülememişti.

Ne yazık ki çözülmemişti.

Bunca mücadelenin yepyeni bir insan yaratmak, o insanın içinde serpilip gelişeceği bir düzen kurmak olduğu tam olarak anlaşılamamıştı.

Politika yapmak değildi amaç.

Yepyeni, uygar, aydınlık bir dünya inşa etmekti.

Ama yepyeni ve yeni, falan… derken; yani bu tür söylemler içinde sallanıp dururken… Az gidildi, uz gidildi ve Yeni Dünya Düzeni adı verilen bir uçurumun içine yuvarlanıldı hep birlikte.

Politikada deneyimsizdiler.

Siyasetten de anladıkları yoktu.

Strateji-taktik-sorgulama-analiz-doğrulama-sağlama ve benzeri zihinsel işlevler henüz yerlerine oturmamıştı.

Heyecan vardı, içtenlik sular seller gibi akıp gidiyordu, ama…

Sadece iyi niyetle, özveri ile, içtenlikle bir yerlere varılamayacağından da kimselerin haberi yoktu.

Uçurumun içinde debelenip durdular yıllarca: Bir o yana, bir bu yana…

Bu çalkantılı yolculuk boyunca -çaresiz- salınıp dururken bazı safralar oluştu çevrelerinde; silkinip kurtuldular onlardan.

Bir zamanların devrimci dergilerin yazı kurullarında tahta sandalyelerde düşünceli-eylemler üretmekle uğraşan zevat-ı muhteremler, gün geldi sarayların akil adamları oluverdiler…

Böyle geçti bir ömür, böyle seyreldi umutların bir bölümü.

[Ve yine] sonra, ama…

Hala, o kitapta aynı satırlar yaşıyordu. Silinmemişti:

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine!..

Bu hasret hale hepimizin.

www.soruyusormak.com